Ahmet ZORLU

GÖRKEM HASTALIĞI..

Ahmet ZORLU

1150 Odalı Saray.

7 Kat özel alaşım kaplı, tanesi 4 milyonluk makam otoları.

Ahlat’ta 1071 metrekarelik köşk.

Göcek’te bilmem kaç bölümlü ve kaç odalı yazlık saray.

İstanbul’da birbirinden gösterişli köşkler.
Son zamanlarda iktidar edenlerin  moda haline getirdikleri bir uygulama.

Her şeyde büyük, daha büyük ve en büyüğü aramak.
Bize bir zamanlar “küçüğü” olmaya can attığımız ve zaman zaman da “olduk” sanarak pek ziyade sevindiğimiz Amerika’dan ithal olsa gerek bu hastalık.

Ama bizim saray daha büyük, daha görkemli, daha çok para yutan cinsinden.

Bahçesinde özel ısıtmalı bölümlerinde,  hurma bile yetiştiriliyor.
Oysa biz eskiden böyle değildik.
İnsan ölçekliydi her yaptığımız; insanı ezen değil insanla bütünleşen ve insanı ortaya çıkaran ölçülerdeydi yapıtlarımız.
Kendi kültürümüzden koptukça kendi ölçülerimizi de kaybettik.
Ve her şeyimizi irinin ve kocamanın heybetine kurban vermeye başladık.
En büyük bina tutkumuz şimdilerde camilerimize sıçramaya başladı. Örneğini İstanbul’da yaptılar, tam 60 bin kişilik. Gidin sıradan bir gün sıradan bir vakit namazda. İki saf bile dolmuyor, devasa camide.

Yakın zamana kadar en büyük yarış konumuz olan yüksek minareyle yetinmiyoruz artık, altında AVM’si olmayan cami camiden sayılmıyor.
Mimar Sinan’ın yaptığından daha büyük cami yapmak gibi hem akıl almaz hem akla ziyan bir gayretkeşliğe soyunuyoruz.
Bu devirde Mimar Sinan’ın yaptıklarından daha büyük cami, daha büyük medrese, daha büyük köprü, daha büyük hastane yapmak marifet değil. Marifet onun eserlerinden daha uyumlu, daha zarif, daha işlevsel ve çağından ileri eserler ortaya koyabilmektir.
Onun kendi çağının teknolojisinin çok önüne çıkan mühendislik bilgisine yetişmek ama ondan da önemlisi onda ve onun çıraklarındaki eserin çevreyle ve kendisiyle uyumunu yakalayabilmek.

Kısacası altın oranı ortaya koyabilmek!

Zor olan budur ve bugünün sanatçısını, mimarını, mühendisini yükseltecek olan da işte bu zor olandır.
Geçenlerde bir mühendis dostumla konuşurken “Niye hep iriden, kocamandan yanayız” diye sordum.
“Küçük olanı inşa etmeyi, küçükteki estetiği yakalamayı beceremediğimiz için büyük olanı tercih ediyoruz. Estetikteki kusurlarımızı büyüklüğün heybetinde gizliyoruz” dedi.
Prof. Dr. İlber Ortaylı toplum olarak “ölçüyü kaybettiğimiz”i söyler.

Ölçünün kaybolması sadece mimaride söz konusu değil, hemen her alanda geçerli bir hal.
Sayın Cumhurbaşkanının Başbakan iken, Başbakanlık makamı olarak inşa ettirdiği, sonra kıyamayıp Cumhurbaşkanı olarak kendisinin yerleşeceği açıklanan ve adına da Aksaray denilen yapı.
Devlet zevatımızın sahip olduğu uçak filoları.
Daha yüzlercesini sayabileceğimiz örnek.
Bunlar, yakalandığımız toplumsal büyüklük hastalığımızın dışa vurumlarıdır, yansımalarıdır.
Millet olarak vakit geçirmeden aklımızı başımıza almalı, bu büyüklük hastalığının, üstesinden vakit geçirmeden gelmeliyiz.
Unutmayalım. Şaaaşa, kibir gibi illetlerin dışa vurumudur bu ‘büyük’ merakı.
Bu kibir hastalığının bulaştığı toplumlar iflah olmaz, yok olur.
Hem, kaldı ki, kibir taslayacak konumumuzda yok.
İnsanlarının kahır ekseriyeti açlık, neredeyse 4"te üçü yoksulluk sınırının altında yaşayan bir toplumun nesine büyüklenmek, büyüklük hastalığına yakalanmak.
Ancak maalesef, duruşumuzdan bakışımıza, susuşumuzdan konuşmamıza kadar taban tabana zıt olan hallerimizde bile aşırı bir ölçüsüzlük var.
Kendi değer ölçülerimizin, insan ölçekli mütevazı ama sağlam sınırlarına çekilmedikçe; kendi geleceğimizi sağlam temellere oturtmamız söz konusu olamaz.
Denge ve uyum; büyüklükten daha önemli ve daha gereklidir.

Yazarın Diğer Yazıları